كل نفس ذائقة الموت...ثم إلينا ترجعون...
"Her nefis ölümü tadacaktır..Sonra bize döndüreleceksiniz..."

Ölüm bize bizden daha yakın.
Boynunuzda taşıyoruz ecelimizi de kaç kişi bunun bilincinde!

Ölümle tanışıklığım ta dedemin ölümüne -1975 yılına- kadar gider… Merhum dedem Abidin Hoca ölüm döşeğindeydi; babam da yanında Yasin-i Şerif okuyor bir yandan da dedem yutkundukça zemzem veriyordu. Her zemzem bittiğinde benden zemzem istiyor ben de evlik dediğimiz bölümdeki zemzem bidonundan fincanı zemzemle doldurup koşuyordum babamın yanına.

En son getirdiğim zemzemi getirişim boşa oldu; dedem gözlerini tavana dikti ve yavaşça başını sağa doğru çevirdi ,ölmüştü.Babam elleriyle dedemin gözlerini kapattı ve büyük bir vakur ve teslimiyetle “ inna lillahi ve inna ileyhi raciun” diyerek gözyaşı döktü.Ölümü kabul etmekten başka ne yapılabilirdi ki…

Mamafih, ölümü ilk kez böyle tanıdı çocuk benliğim. Benim için sarıklı uzun boylu dedem kuru üzüm -leblebi ve lokumun kaynağıydı. Ondan dolayı çok üzülmüştüm ölümüne… Üç dört sene sonra bir sabah vakti evden yükselen çığlıklarla ve ağlama sesleriyle uyandığımda da babaannem vefat etmişti; dokuz yaşındaydım.

Artık ölümün ne olduğunu biliyordum.Gözleri kapatılmış,üstü bir çarşafla veya battaniyeyle örtülmüş cansız bir kişiydi ölü…Evet,biliyordum ölene ne yapıldığını ama yine de çocukça bir merakla babaannemi son kez görmek istedim,odaya girdim,bembeyaz bir çarşafla üstü kapatılmış,döşekte yatıyordu.Bir kaç saat sonra da avluda yıkadılar.Sonra mezara , toprağın altına...

Mucur Ortaokulu üçüncü sınıfı öğrencisiydim. İlçede izbe, tek göz bir odada farelerle birlikte kalıyordum. Bütün hayatım o küçücük odadan ibaretti.Kış mevsimiydi,hava da oldukça soğuktu.Okuldan dönmüştüm ve acıkmıştım.Öğrenci yemeklerinin vazgeçilmezlerinden olan soğanlamalı yapmaya çalışıyordum.Büyükçe bir tavanın içine su doldurdum.soğanı doğradım ve tüpün üzerine koydum pişmesi için bıraktım,gözlerim yanan tüpün ateşinde, yanan sobanın sıcaklığıyla bedenim yayıldıkça gevşedim ve kendimi uykunun dayanılmaz tatlılığına bıraktım.

İki kuvvetli el boğazımı sıkıyor, nefes almaya çalışıyorum ama ne mümkün. Tamam, Azrail(as) ile birazdan karşılaşacağım. Göz gözü görmüyor, zehirli dumandan dolayı bilincimi kaybetmek üzereyim. İleri doğru birkaç hamle yapıyorum nafile… Kapı nerede; kapıyı bulamıyorum ki çıkayım…

Her şey bitti diye düşünürken görünmez bir el koluma giriyor, son bir gayretle birkaç adım daha atıyorum ve elim kapının büyük demir anahtarını buluyor. Aman Allah’ım; kapıyı buldum, düşmek üzereyken birkaç kez çeviriyorum anahtarı ve kendimi dışarıya, karların üzerine atıyorum… Şükürler olsun… Rahman ve Rahim olan Rabbim , bana bir fırsat daha veriyor; belli bir ecele kadar ömür bahşediyor …

Hayatın nasıl bir pamuk ipliğine bağlı olduğunu, yaşamla ölüm arasındaki mesafenin ne kadar kısa olduğunu, kaderin insanı nasıl zorladığını yaşadım ve anladım… Bu olay bana çok şey öğretti ve hayatım boyunca yol gösterdi.

Ne diyordu Hz. Fatma(r.anha) validemiz Efendimiz(sav)’in vefatında duygu ve üzüntülerini dile getirirken:
– Resulullah’ın üzerine (çarçabuk) toprak atmaya eliniz nasıl vardı, gönlünüz nasıl razı oldu? Hakikaten anlamak zor; hayattayken baş tacı ettiğimiz nice yakınımızı ecel şerbetini içince nasıl oluyor da toprağın altına terk edebiliyoruz; hem de koruyacak bir elbise olmaksızın,bembeyaz bir kefenle...

Kalbinde taşıdığı merhameti, nezaket,letafet ve rikkati tanıştığı bütün insanlara hissettiren kimseyi incitmeyen abimi Yüce Allah'ın rahmetine tevdî ettik geçen hafta...

Bu, geriye dönüşü mümkün olmayan tek yönlü bir sefer...Ve tek kişilik. Bavul yok,yük taşıma hakkı da yok.El bagajına bile müsaade edilmiyor...El sallayabilen nadir...Randevu almaya,haber vermeye,hazırlık yapmaya da imkân yok...

Çok uzun bir bekleme süreci başladı. Lakin bilinçsizce bir intizar bu...Mazi ile müstakbel, bizle sevdiklerimiz, dünya ile ukba arasında bir berzah var; aşılması, veya geçilmesi imkansız manevî bir engel ...

Uzağa gitmedi hiçbirisi; dün üstünde gezip dolaştığımız toprağın hemen altındalar..İsrafil ikinci Sur'a üfleyinceye kadar...Karanlık,ıssız, korkutucu ve daracık bir hapishane gibi olan,müstakil tapulu istirahatgâhlarında...

Rabbim amellerini zayi etmesin; taksiratını affetsin ,imanıyla haşretsin abimi..

Artık; duymayanlar duysun, bilmeyenler öğrensin,unutanlar hatırlasın ve gaflet uykusunda olanlar da uyansın diye haykırmanın zamanı gelmedi mi?

“Dünya hayatı bir oyun, eğlence ve aranızda mal ve evlatla öğünmekten başka bir şey değildir!”