Uzun zamandan beri iman heyecanını kaybetmiş vaziyetteyiz. Ferdî planda olduğu gibi içtimaî planda da durum böyle. Kimi zaman bazıları tarafından dile getirilse bile gündemleşecek boyutta yüksek sesle dile getirebilen nadîr. Hâlbuki şundan 30-35 yıl evvel nasıl da heyecanlıydık iman davasında.
Kalbimizde taşıdığımız iman, bizi yerimizde durdurmaz, mütemadiyen hareket halinde oradan oraya, eylemden eyleme koşardık. İnandığımız değerler vaz geçemediğimiz sevdamızdı ve bütün hayatımız buna göre şekillenmişti. Yumruklarımızı, tüm dünyayı değiştirecek bir devrim alameti olarak o kadar güçlü sıkardık ki tüm varlığımızla attığımız sloganlar sokakları inletirdi.
Herkeste inandığı İslam’ın, taşıdığı davanın ciddiyeti ve heyecanı her hâlûkârda tezahür ederdi. Diğer ideolojiye inanmış kişilerde de aynı adanmışlık hali bariz bir vasıftı.İslam, bütün hayatımızın biricik gayesi idi. Öğrenci evlerinde, vakıflarda, derneklerde, çay ocaklarında, pikniklerde… hasılı hayatın bütün şubelerinde büyük bir aşk ve iştahla yaptığımız sohbetler şevkimizi arttırır, kendimizi adanmış gibi hissederdik...
Yeni birşeyler öğrenme arzusu ile öğrendiklerimizi hayatımızda tatbik etme hevesi gençlik enerjimizin hepsini alırdı ama asla yorulmazdık. Yorulsak bile ulvî bir maksada matuf olan çabalar fedakârlık sayılmaz dava uğruna dökülen terler, yenilen dayaklar ve coplar, duyulan eza verici hakaretler, yaşanan mahrumiyetler ve görülen baskılar imanın bir gereği kabul edilir asla sızlanma sebebi olmazdı...
Vakti saati gelince herkes mutlaka bir sohbet halkasında, bir ders veya kitap okuma grubunda yer alırdı. Kimsenin beş, on çeşit takım, yirmi ayrı tişört, yirmi pantolon bunlarla uyumlu on, on beş çeşit kemer, saat, yüzük, çanta, kravat ve ayakkabıları olmazdı. Zira bütün bunlar aslında bal gibi israftı ve lüks ve marka tutkunluğu bayağı İslami esaslara ve sade hayat telakkisine münafiydi...
Erkek ve kadınların rolleri belirgin bir şekilde ayrılmıştı. Erkek erkekti, kadın da kadın... Çocuk ise henüz ailenin merkezine oturmamıştı. Aileler geniş ailenin avantajlarından yararlandığı için kültür aktarımı daha çabuk ve kolay olurdu. Toplumda örf ve adetler kanunlardan daha müessir normlardı. Hapse göndermeyen mahalle baskısı en güçlü ve korkutucu kanunlardan daha önemliydi.
Aile İslami ya da gayri İslami bütün toplumsal katmanlarda ve sosyal birliklerde temel yapıydı. Sağcısı da solcusu da, âlimi de cahili de, zengini de fakiri de, yaşlısı da genci de, köylüsü de şehirlisi de, dindarı da laiki de ailenin üzerine titrer ne pahasına olursa olsun bu kutsal binayı muhafaza ederdi.
Yüce Allah'ın koparılmasını haram kıldığı akrabalık bağları canlı bir organizma gibiydi ve hayat bu canlı organizmanın içinde akardı... Ana- baba, dede -nine / ebe, abi -abla, dayı-amca, teyze- hala hatta komşuluk bağları ve münasebetleri o kadar baskın, yoğun ve diriydi ki çocuklar, gençler yaşlılar bu büyük organizmanın içinde kendilerini daha güvenli hissederdi.
Modernizmin bireyselleşme, dikey yerleşim, tüketim ve haz kültürü, toplumu bu denli esir alıp gönüllü köleler haline getirememiş, toplum, bireyselleşmiş bir hayatı özgürlük sanma tuzağına henüz düşmemişti.
Hayat, ilişkiler, kültür, toplum, beğeniler, algılar ve olgular, amaç ve hedefler, toplumsal roller yiyip içtiklerimiz, giysilerimiz, vs. tabii idi; sun’î ve ithal bir yaşama karşı umumi manada hala toplumsal bir savunma mevcuttu. Bu bir propaganda veya özel bir cehdin neticesi değil toplumsal bilinç ve asırlara dayanan kültürel yapının bir sonucuydu...
Kadınlar, imana ait kitaplar okur, ev sohbetlerinde iman hakikatlerini öğrenmeye çalışırlardı. Evlerde, derneklerde, vakıflarda veya pikniklerde sohbet halkasına katılıp dinlerini öğrenmeye gayret ederlerdi. İslami bir kardeşlik ikliminde, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye ederlerdi.
Artık hepimiz dünyaya dört elle sarılmış bir halde kalabalığa uyduk. Hayatın tadına öyle bir vardık ki bütün amacımız yaşama dair... Ölmeyecekmiş gibi bir hayat algısı tüm benliğimizi kaplamış durumda... Bedenimizi toprak olmayacakmış gibi koruyup kollamaya başladık. İçimizdeki çocuk ne istiyorsa artık mühim olan o...Yüreğimizin götürdüğü yere gitmek kızıl elmamız olmuş gibi...
Heyecanımız başka meselelerde ortaya çıkıyor artık. Şehirler, sokaklar gayesi değişmiş bireylerin haz ve keyif alma alanına dönüşmüş. Sanki bir şey bekliyoruz...
Toplumdaki dejenerasyonun, tefessüh, tefessüd ve tefekkükün cesametine bakınca insan ruhu daralıyor, "Bu seviyede bozulma nasıl düzelebilir ki!" diye ye'se düşüyor... Lakin hakikat böyle değil. Tarih boyunca bunun gibi nice bozulmalara maruz kaldı insanlık. Unutmayalım ki karanlığın en koyu olduğu an, aydınlığın en yakın olduğu zamandır.
Vahiyden uzaklaşarak kalbi katılaşmış, gaflet, cehalet, delalet, isyan ederek nefsinin, heva ve hevesinin esiri olmuş, ahirete imanını kaybetmiş, basit dünya metaının kölesi haline gelmiş, şirk ve küfür içinde bocalayan insanlığın ıslahı noktasında birşeyler yapmak her zamandan daha mühim...
Bütün bu meselelerin hal yoluna girmesi için çoktandır bedenimizi ve ruhumuzu terk etmiş bulunan eski heyecanımızın bedenlere hükmetmeye başlaması ve iman heyecanının tüm bedeni yönetmeye başlaması şart. İnancım o ki toplumsal diriliş ancak böyle gerçekleşir.