Atanamayan Öğretmen Değil, Sistemin Atayamadığı Gelecekler.

“Ben atanamayan öğretmenim” diyor bir genç. O cümlede umut var, hayal kırıklığı var, ama en çok da sistemin çarpıklığı var. Türkiye’de öğretmenlik artık bir meslekten çok bir kadro meselesine dönüştü. Devlet memuru olamazsan öğretmen de olamıyorsun. Sanki öğretmenlik yalnızca bir masa, bir memuriyet numarası, bir sicil gibi algılanıyor.

Oysa öğretmenlik bir aşktır. Sadece bilgiyi aktarmak değil; merak uyandırmak, ilham vermek, düşünmeyi öğretmektir. Ama bizde sistem, öğretmeni bu işlevinden çıkarıyor. Onu sadece müfredat ezberleten bir memura çeviriyor. Müfredat ise sürekli değişiyor ama özü aynı kalıyor: Merak yok, bağlam yok, hayatla ilişki yok.

Her şey sınava endekslenmiş durumda. Derste öğrenciden gelen ilk soru genellikle şu oluyor: “Hocam, bu konudan sınavda kaç soru çıkar?” Ya da öğretmen derste şunu söylüyor: “Bu tür sorular sınavlarda çok çıkar.” Bilgi, sınavın konusu haline geldiğinde; anlamını, amacını ve heyecanını kaybediyor.

Öğrenci yıllarca integral öğreniyor. Ama hiç kimse çıkıp da sormuyor: Bu ne işe yarar? Kim bulmuş? Neden öğreniyoruz? Ya da en basitinden, "Bu ülkenin yüzölçümünü nasıl hesapladık?" diye sorulsa, matematik anlam kazanır. İşte o zaman öğrencinin zihninde bir kıvılcım yanar.

Ancak sistem bu soruları sordurmuyor. Öğretmene, “tahtaya yaz, çöz, geç” diyor. Öğrenciye, “ezberle, sınavı geç” diyor. Bu zincir içinde öğretmen kendi gelişimini de bırakıyor. Çünkü biliyor ki; memur olduktan sonra öğrenme bir zorunluluk değil, çoğu zaman bir angarya gibi görülüyor.

Bugün ülkemizdeki “atanamayan öğretmen” meselesi, aslında çok daha büyük bir problemin görünen yüzüdür. Öğretmenliğin sadece bir devlet memurluğu olarak görülmesi, eğitimi özgürlükten uzak, yaratıcılıktan yoksun, mekanik bir hale getiriyor.

Eğitimdeki dönüşüm, sadece yeni binalar yapmakla değil; öğretmeni yeniden hayal kuran, öğrenciyi merak ettiren biri haline getirmekle olur. Atanamayan öğretmenleri değil; sistemin atayamadığı hayalleri, soruları ve potansiyeli konuşma zamanı gelmedi mi?