İnsan 12x20 cm’lik yüzeyi olan ama kalınlığı 4,5 cm’yi geçen, 741 sayfalık tuğla gibi bir kitabı neden ve nasıl okur? Yazarı seviyorsa, daha önce okuduğu eserlerini beğenmişse, bu eserinin de meşhur olduğunu biliyorsa, 46 yıldır bu yazarın eserlerini okuyor olmaktan memnunsa, taaaa yıllar önceden kendi kendine “bu yazarın tüm eserlerini okumak” sözünü vermişse, bu kitap bitince okunacak kalan kitaplar listesi bir tane azalacaksa, kitabın arka kapak tanıtım yazısında tüm zamanların en büyük maceralarından biri olduğu yazıyorsa, sayfa sayısından korkmuyorsa, okurlarına bu kitapla ilgili övücü ve merak uyandırıcı bir yazı yazmayı diliyorsa… Hiç düşünmeden açar kapağı ve ilk sayfanın ilk paragrafı ile dalar bambaşka bir dünyanın içine. Tıpkı benim yaptığım gibi…

Jules Verne’in kaleme aldığı toplam 96 romanı ve öyküsü var. Bunlardan 4 Roman, 2 öykü ve 1 kurgu dışı anlatısı Türkçe’ye çevrilmemiş. Alfa Yayınlarının öykülerini topladığı yine bu kitap gibi kalın bir kitapta (Bütün Öyküler), 16 öykü bir arada okununca, kalan romanların sayısı biraz cesaret kırıcı olsa da “Tüm Jules Verne kitaplarını okuma” planımı uygulamakta titizlik göstermek istedim. İnsanın kendine verdiği sözleri tutması, kendini ve hayatı ciddiye almak anlamına geldiği için kendime karşı mahcup olmak da istemiyordum… Yaklaşık 10 gün, 37. paralel boyunca yaptığım bir okuma ile tuttum bu sözü. Maceralar da gerçekten heyecanla hem okunuyor hem yaşanıyordu…

Lord Glenarvan ve Leydi Helena, birbirlerini severek evlenir ve hayatlarının akışını ciddi anlamda değiştirecek bir balayına yelken açarlar. Balayı sırasında avladıkları bir köpek balığının karnından içinde mesaj bulunan bir şişe çıkar. Zar zor okuyabildikleri bu mesajda, Kaptan Grant, gemisinin battığını ve bir arkadaşıyla birlikte kurtulduklarını, ancak yerlilerin eline düşme tehlikesiyle yüz yüze olduklarını yazmıştır. Kaptan Grant’ın yakınlarını bulma çabasına giren Lord Glenarvan, Kaptan’ın geride bıraktığı oğlu ve kızını tanıyınca tüm imkânlarını zorlamaya ve çocukların babasını bulmaya karar verir. Lord Glenarvan ve Leydi Helena, çocuklar ve bu yolculukta onlara yardımcı olacak adamlarını da yanlarına alarak nerede olduğunu bile bilmedikleri Kaptan Grant’ı kurtarmak için muhteşem bir maceraya atılırlar.

Şişedeki bir mesaj uzun zamandır kayıp olan Kaptan Grant'tan acil bir mesaj içeriyordu. Gemisi Britannia batırılmıştı, kendisi de rehin tutuluyordu. Çoçukları Mary ve Robert, dostları ve hamileri Lord Glenervan'la birlikte bir kurtarma seferi düzenlemeye karar verirler. Ama araştırmalarına nereden başlayacaklarını bilemezler. Üç dilde yazılmış olan yardım mesajı deniz suyuyla yer yer okunmaz hale gelmiştir. Kalan parçalar yoruma açıktır. Kesin olan tek şey Kaptan Grant'ın 37. paralel boyunca bir yerde olduğudur. Cesur maceracılarımız gemisi batmış kazazedeyi kurtarmak için hayatlarını riske atarak zamana karşı bir yarışa başlarlar.

Kazazedelerin Peşinde olarak da bilinen Kaptan Grant'ın Çocukları, okurlarını 37. paralel boyunca Arjantin pampalarından Güney Afrika'ya, Hint Okyanusuna, Avustralya'ya, Yeni Zelanda'ya götürür. And Dağlarına tırmanırız, depremlerden kurtulmaya çalışırız, tufandan kaçarız, korkunç deniz fırtınalarının ortasında kalırız, Avustralya'da haydutların saldırısına uğrarız, Yeni Zelanda Maorileriyle karşılaşırız. Ama birbirlerini seven ve destekleyen dostlar arasındayız. Kaptan Grantı'ın çocukları, stoik bir İskoç binbaşı, geveze bir Fransız coğrafyacı ve eşsiz Paganel morallerini hiç bozmazlar. Çünkü bütün zamanların en büyük maceralarından birisini yaşıyorlardır.

Birkaç alıntı;
“Zaten, Maorilerin gözünde birbirlerini yemekten daha doğal bir şey yoktu. Misyonerler, yamyamlık hakkında onlan sık sık sorgulamışlardı. Kardeşlerini niçin yediklerini sormuşlardı onlara. Şeflerin cevabıysa balıkların balıklan yedikleri, köpeklerin insanları yedikleri, insanlarn köpekleri yedikleri, köpeklerin birbirlerini yedikleri olmuştu. Hatta kendi tanndoğum söylencelerinde bile bir tanrinin diğerini yediği anlatılır. Böyle öncüller varken hemcinsini yemenin zevkine nasıl direnilebilir?”

“Dahası, Zelandalılar ölmüş bir düşmanı yerken onun manevi yanını yok ettiklerini ileri sürerler. Böylece onun özellikle beyninde saklı duran ruhunu, gücünü ve değerini miras almış olurlar. Bu yüzden, insan beyni şölenlerde en çok tercih edilen onur yemeğidir.”

“Zaten, Maorilerin gözünde birbirlerini yemekten daha doğal bir şey yoktu. Misyonerler, yamyamlık hakkında onları sık sık sorgulamışlardı. Kardeşlerini niçin yediklerini sormuşlardı onlara. Şeflerin cevabıysa balıkların balıkları yedikleri, köpeklerin insanları yedikleri, insanların köpekleri yedikleri, köpeklerin birbirlerini yedikleri olmuştu. Hatta kendi tanrıdoğum söylencelerinde bile bir tanrının diğerini yediği anlatılır. Böyle öncüller varken hemcinsini yemenin zevkine nasıl direnilebilir?”

“Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.”

“İnsanın rahatı ne kadar azsa, o kadar az ihtiyacı vardır. Ne kadar az şeye ihtiyacı varsa, o kadar çok mutludur.”

“Bizi mutlu eden şeylerin hiçbiri yanılsama değildir.”

”Yürek ile akıl kapıştığında, güçlü çıkan akıl olmaz. ”

“Görmek bir bilimdir. Görmeyi bilmeyen ve ancak bir kabuklu hayvan kadar zekâya sahip insanlar vardır.”

“O da istilacı İngiltere'ye fiilen olmasa da yürekten karşıydı. Onun gözünde, kendi ülkesinin çıkarlarıyla Angolosaksonların çıkarı bir olamazdı.”

“Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.”

“İmkansız diye bir şey yoktur ”

“Gülün dostlarım, içinizden geldiği gibi gülün. Ne kadar gülseniz, benim kendime güldüğüm kadar gülemezsiniz.”

“Namuslu insanların erişemeyeceği kadar hızlı kaçıyorlar.”

“Umut etmeyi bırakmıştık fakat çaresizliğe yenik düşmedik.”

“(Yamyamlardan söz ediyorlar)
Pek müşkülpesentlermiş! dedi binbaşı. Peki bu eti, beyaz olsun siyah olsun, çiğ mi yiyorlar kızartarak mı?
Niçin merak ettiniz Bay Mac Nabbs? diye haykırdı Robert.
Niçin mi, delikanlı, dedi ciddi ciddi binbaşı, eğer bir insan yiyenin dişleri arasında sona erecekse ömrüm, kızartılmış olmayı tercih ederim!
Niçin?
Canlı canlı yenmediğime emin olmak için.
Pekâlâ! Binbaşı, karşılığını verdi Paganel, ya canlı canlı kızartılmak?
Aslında, dedi binbaşı, tercih edecek bir şey yok ortada.
Neyse Mac Nabbs, eğer hoşunuza gidecekse, dedi Paganel, şunu bilin ki Yeni Zelandalılar insan etini ancak kızarmış ya da füme yerler. Onlar mutfak konusunu iyi bilen, tecrübeli insanlardır. Ama, bence, yenme duygusu özellikle hoş olmayan bir duygu! Yaşamın bir vahşinin midesinde son bulması ha, pöh!”

“Biz yanıldık, ama yanılmak için insan olmak gerekir. Hatasında ayak direyen ise delidir.”

“Görmek bir bilimdir. Görmeyi bilmeyen ve ancak bir kabuklu hayvan kadar zekâya sahip insanlar vardır.”

“Gülün dostlarım, içinizden geldiği gibi gülün. Ne kadar gülseniz, benim kendime güldüğüm kadar gülemezsiniz.”

“İnsan doğasını bilirsiniz. Ümit etmek için nefes almak yeter. Benim sloganım ‘Spiro Spero'dur. Yani nefes aldığım sürece ümit ederim. Dünyanın en güzel sloganına bedeldir bu.”

“Bir zamanlar, dedi Paganel Büyük Harun Reşid'in pek de mutlu olmayan bir oğlu varmış. Yaşlı bir dervişe danışmaya gitmiş. Yaşlı bilge, mutluluğu bu dünyada bulmanın zor bir şey olduğunu söylemiş. ‘Yine de,' diye eklemiş, ‘size mutluluk sağlamanın şaşmaz bir yolunu biliyorum. - ‘Nedir bu yol?' diye sormuş genç prens. - ‘Mutlu bir insanın gömleğini giymek,' cevabını vermiş derviş. Bunun üzerine, prens yaşlı adamı kucaklamış ve tılsımını aramak üzere yola koyulmuş. Yeryüzünün tüm başşehirlerini ziyaret etmiş! Kralların gömleklerini, imparatorların gömleklerini, prenslerin gömleklerini, derebeylerinin gömleklerini denemiş. Nafile! Daha mutlu olamamış! Bunun üzerine sanatçıların gömleklerini, savaşçıların gömleklerini, tacirlerin gömleklerini denemiş. Yine nafile! Nihayet güzel bir günde, bunca gömleği deneyip de aradığını bulamamaktan hayal kırıklığına uğramış bir halde, babasının sarayına geri dönüyormuş ki, tarlada, neşe içinde ve şarkılar söyleyerek sabanını süren bir adam görmüş. ‘İşte, mutlu bir insan,' demiş kendi kendine, ‘eğer o da mutlu değilse yeryüzünde mutluluk yok demektir.' Ona doğru yönelmiş. ‘Dostum,' demiş, ‘mutlu musun?' - ‘Evet,' demiş adam. - ‘Hiçbir arzun yok mu?' - ‘Yok.' - ‘Kaderini bir kralınkiyle değiştirmek istemez misin?' - ‘Asla!' - ‘O halde, gömleğini bana sat!' - ‘Gömleğim mi, gömleğim yok ki benim!'”

Jules Verne’in (1828-1905) en sevilen romanlarından olan Kaptan Grant’ın Çocukları, 1868 yılında yayınlandığından bu yana birçok dile çevrildi ve sinemaya da uyarlandı. Bu satırları yazarken kütüphanemde okunmayı bekleyen 9 tane daha Verne kitabı olduğunu ve kendime verdiğim sözün (Allah sağlık ve imkan verdiği taktirde) halen geçerli olduğunu söylesem; yakın bir zamanda bu köşede bir/birkaç Verne kitabı ile daha karşılaşmanızın büyük ihtimal olduğu anlamına geleceği gayet açık değil mi? Size de kendime de bol okumalı günler, bol okumalı ömürler dilerim…