Kızılırmak kıyısında başlayan bu bölüm, çobanın tuzla, sabırla ve kavalın diliyle verdiği sınavı anlatıyor. Tuzun koyunlarda açtığı susuzluk, kavalın çobanda uyandırdığı aşk ateşiyle birleşiyor; sürünün meleyişi, dağların sessizliği ve Ağa’nın eski hatıraları aynı destanda buluşuyor.
Tuzun İmtihanı Başlıyor
Gün doğarken çoban, elinde tuz torbasıyla sürünün başındaydı.
Ağa uzaktan izliyordu.
Tuz, koyunların dilinde bir lezzetti ama sonunda onları susuzluğa götürecekti.
Bu, aşkın tadıydı: önce tatlı, sonra yakıcı.
“Çoban kavalını eline alır,
Koyunları yemler tuzlaya salır.
Aklında hep ağanın kızı kalır,
Çoban çalar, koyunlar mesajı alır.”
Her tuz tanesi, sanki çobanın kalbine düşen bir kıvılcımdı.
Kavalın sesi de o kıvılcımı söndürmek yerine, daha da alevlendiriyordu.
Koyunlar meleşiyor, Horan’ın derdine ortak oluyordu.
Tuz, bir sınavdı; sabır ise o sınavın tek silahı.
Koyunların Dili, Kavalın Sesi
Kavalın ezgisi dağları aşarken, köyün yaşlıları fısıldaştı:
“Bu çocuk kavalıyla ağlıyor.”
Gerçekten de öyleydi — o ses ağlamaktı, dua etmekti, teslim olmaktı.
Her nota Kızılırmak’a doğru bir çağrıydı.
“Çoban kıyamaz koyunlara,
Ağa alışıktır bu oyunlara.
Bakar boynu bükük koyunlara,
Kaderim mi? der, çare arar.”
Ağa, bu sahnede kendi geçmişini gördü.
Yıllar önce o da bir kaval sesiyle ağlamış, bir aşk uğruna susmuştu.
Şimdi o anı yeniden yaşıyor gibiydi,
ama bu kez seyirciydi — çoban oynuyordu kendi