Bir Alamancının Hikâyesi
Benim babam bir Almancıydı.
Bir gurbet emekçisiydi.
Ömrü, yıllarını verdiği Almanya’nın dökümhanelerinde, tezgâhlarında tükendi.
Bir ev, bir tarla, birkaç koyun hayaliyle çıktığı yolda, hayatı sırtladı; ömrünü orada tüketti.
Köyden, kasabadan, Anadolu’nun yoksul ama onurlu insanları "birkaç yıl çalışır, para biriktirir, dönerim" diye yollara düştü.
Ama Almanya’nın soğuk sokakları, köydeki sıcak hayallere uymadı.
O gidenler dönecek sandık...
Dönmediler.
Çoğu, memleketten çok uzakta yeni bir hayata tutundu.
Ve o gurbet, zamanla onlara “vatan” oldu.
Altmışlı yıllarda giden ilk göçmenler, ne Almanya’da kalmayı planlıyordu, ne Almanlar onların kalıcı olacağını düşünüyordu.
“Misafir işçi” dediler.
Ama misafirlik uzadı…
Yıllar geçti, bavullar açıldı; umutlar, mecburiyet oldu.
Almanya’daki işçiler dökümhanelerde, madenlerde, inşaatlarda ter döktü.
Dilleri yoktu, kültürleri yabancıydı, ama emekleri evrenseldi.
O emekçilerden biri de benim rahmetli babamdı.
Kırşehir’in Yağmurlu Kurt beli Yeni Yapan Türkmen Köyü'nden...
Dağların ardında, toprağı kıt ama yüreği zengin insanların yaşadığı bir yerden...
Köyde hayvancılık yapan, Ankara’ya çalışmaya giden gençlerin arasındaydı.
Et-Balık Kurumu’nda gündelikçilik yaparken duymuş Almanya'nın işçi aldığını.
Kayıt olmuş.
Kura çıkmış.
Ve köyde ilk Almanya’ya gidenlerden biri olmuş.
Dedem razı olmamış gitmesine;
Ama babam kararlıymış.
Gurbetin yolları gözyaşlarıyla çizilmişti daha yola çıkmadan.
Köyde ağıtlar yakılmış arkasından…
Düşündükçe hâlâ içim yanar.
İstanbul Sirkeci Garı'ndan çıkmış yolculuğa.
Yanında anamın hazırladı azık köy ekmeği, peynir, ceviz, sızgıt kavurma, çörek…
Tanımadığı ama zamanla can yoldaşı olacak işçilerle birlikte, umut trenine binmiş.
Hedef Münih.
Bilmedikleri bir ülkeye, tanımadıkları bir hayata, sadece umutla gidiyorlardı.
Bir yıl çalışır, bir ev parasıyla dönerim diyordu babam.
Oysa hiçbiri bilmiyordu ki bu hasret, bir ömre bedel olacak.
Münih’e vardıklarında bando ile karşılanmışlar.
Ağıtla uğurlandığı köyden, müzikle karşılandığı bir başka memlekete…
Şaşkınlıkla etraflarına bakmışlar.
Ne gördülerse ilk kez görmüşler.
Ondan sonra üçer kişilik odalarda, “Hayım” dedikleri yatakhanelerde yaşam başlamış.
Biedenkopf’taki Buderus Döküm Fabrikası’na yerleştirilmiş babam.
İki yıl diye gittiği Almanya, tam bir ömür sürmüş.
Köyün dağlarını, tezek kokusunu, pınarların buz gibi suyunu özlemiş.
Aşiretin kokusunu, annesini, babasını, çocuklarını, “göz kulak ol” diye geride bıraktığı eşini…
Hepsini her gece yastığa başını koyduğunda yüreğinde taşımış.
Almanya’da dışlanmış, Türkiye’ye geldiğinde "Alamancı" olmuş.
Ama yılmamış.
Onuruyla, alnının teriyle evlatlarına helal kazanç peşinde koşmuş.
Zamanla yaz tatillerine döner olmuş Türkiye’ye.
Çocuklarına çikolatalar, Nivea kremleri, Alman tişörtleri, mintanlar getirmiş.
Biz heyecanla beklerdik o bavulları.
Ama hiçbirimiz o bavulların içindeki alın terini, hasreti, gözyaşını konuşmazdık.
Ve sonra…
Bakıyor dönüş olmuyor 1973 yılında bizlerde aldı yanına bizde olduk bir Almancı.
Bir ömür geçti.
Trenle gittiği o ülkenin yollarında eskidi ayakkabıları, Yüreğinde büyüdü vatan hasreti…
Evlatları için gurbete giden babam,
ömrünün Hayatını orada tamamladı.
Emekli oldu ülkesine sevdiği anavatanı baba yurdu Kırşehir’e döndü.
Onuruyla yaşadı, mümince göçtü.
Bugün onun torunları hâlâ Avrupa’da “yabancı” muamelesi görüyor.
Ama biz onun emeğini, alın terini, hayalini, gurbetini unutmuyoruz.
Selam olsun, Evlatlarının geleceği için vatanını sırtına alıp gurbete giden tüm babalara…
Selam olsun, Alın teriyle yazılmış bu hikâyenin kahramanlarına…
Selam olsun, Alamancı babalara!