YÜZÜMÜZÜ  İSLAM’A DÖNDÜRELİM

İslam âlemi; imamesi dağılmış bir tespih gibi darmadağın bir durumda, acımasız bir işgal ve sömürü içinde, çaresizlik girdabında, gizli –açık bir esaret altında ümidini canlı tutacak bir ışığa muhtaç. Bir anda olmadı her şey; aksine iki asırdan bu yana adım adım geldi bu zillet ve meskenet hali. Askeri alanda başlayan gerilemeyi, sosyal ve toplumsal gerileme takip etti. Bütün bunlardan daha mühimi Osmanlı sosyal dokusunun temelini teşkil eden İslam’ın ilkelerine olan itimat zayıfladı ve fikri gerileme inhiyara doğru ivme kazandı.

19. ve 20. yüzyıl, işgal ve sömürü çağıdır bizim açımızdan. Batı; mutlak üstünlüğü ile İslam coğrafyasını düveylat halinde taksim ederek her devletçiğin başına sözlerinden çıkmayacak birisini yönetici yapıp yüz yıldır istediği gibi at koşturuyor bizim coğrafyamızda. Yeraltı ve yerüstü zenginliklerimiz sömürü aracı olmanın dışında bir işe yaramıyor. Bütün bu olan biten yetmezmiş gibi Mukaddes Mıntıka’da 1948’de metastaz yapacak habis bir ur zahir oldu. Maalesef o günden bugüne İslam dünyasının hatta dünyanın huzuru yok. O habis ur, tarihin gördüğü en pespaye örgüt olan İsrail terör devletidir.

Olup biten her şeyde elbette Batı’nın süregelen fiziki, kültürel ve düşünsel sistematik saldırılarının büyük bir etkisi vardır ancak İslam âleminin bugünkü esaret halinin ortaya çıkışında kendi iç dinamiklerinin de müessir olduğunu hatırdan çıkarmamalıyız.

Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de iki farklı ayette (Enfal: 35,Ra’d:11) aynı formda; ”…Muhakkak ki Allah bir toplum kendisinde olanı( iman-küfür; iyi-kötü; kölelik-esaret vs.) değiştirmedikçe onlarda bulunanı değiştirmez…”şeklinde toplumsal sünnetullahı bize haber verirken içinde bulunduğumuz vaziyetin bütün mesuliyetini dış güçlere atfetmek, meseleyi bütün veçhesiyle tefehhüme manidir.

Velilesefa; bahsedilen hakikatler ışığında tefekkür ettiğimizde halimizin hiç de iç açıcı olmadığını anlarız....Ümmetin hali ,rezilliğimiz ve yaşadığımız zillet bu...

Bu zillet hepimizin eseri; kimse kimseyi suçlamasın. Elbette ahlaki hiçbir kural tanımayan acımasız Batı medeniyet(sizliğ)inin eseri büyük Müslüman coğrafyasında yaşananlarda; fakat onlar ‘gâvur’luğunu yaparken biz ne yapmakla meşguldük!

Yoksa, asırlardır oluşmuş, kıyasa dayalı, o zamana göre gayet makul ve Şeriatın maksadına da muvafık , fakat muvakkat fıkıh kurallarının bu gün de hala aynıyla geçerli olduğunu ispata mı mesai harcıyorduk? Veya ;“...... Aralarında Allah’ın sana gösterdiği şekilde hükmet....” ayeti ile “.......Yoksa siz Kitabın bir kısmına iman edip bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Sizden kim böyle yaparsa dünya hayatında hakirlik /rezillik vardır .Kıyamet günü de en şiddetli azaba uğratılır...” ayetleri gibi onlarca muhkem ayet dururken ahkâm ayetlerini (İslam Şeriatı) tarihsel kılıp heva ve hevesimizi hududullahın yerine ikame etme peşinde miydik?

Belki de “Ehl i Sünnet” ana omurga çöker korkusuyla çağı anlamaya yönelik geleneği es geçmeden halisane telif edilen her yeni tefsiri zındıklık, sapıklık olmakla itham etmekle meşguldük...Kim bilir bazı müfrit ve ifrat anlayışa sahip kardeşlerimiz geçmiş asırlarda fıkıhçıların her Kur’an ayetinden fıkhi bir hüküm çıkarma hastalığının bir benzerine müptela olmuşlardı. Her Kuran ayetini duruma göre sisteme, tağuta, diğer Müslümanlara atılacak bir kurşun, roket, gülle vs. olarak kullanmayı en büyük cihad olarak telakki eder haldeydiler...

Cenab-ı Hakk “Birbirinizle çekişmeyin sonra gücünüz gider, başarısız olursunuz!...” diyerek toplumsal sünnetullah konusunda bizi uyarırken, elimize geçen her taşı kardeşlerimizin kafasına atmakta bir sakınca görmedik; hatta çoğu zaman Şeytan taşlamaktan beter ettik kardeşlerimizi, bütün bu dalaletimizi de Allah yolunda cihad belledik..

Kimimiz “aklı öne çıkaracağım, akla fonksiyonlarını geri kazandıracağım” diye kulun iradesini, seçim yapma özgürlüğünü herşeyin üstüne çıkararak Allah’ın iradesini (haşa)“edilgen”, kulun “aktif “ iradesine tabi kılmak için modern Mutezile’yi(!) diriltme peşindeydi...

Kimimiz iman ağacının meyvesi mesabesinde olan amelin önemsiz olduğu ön kabulüyle , iman- amel ayrışmasını savunarak aslolanın iman olduğunu ,amel olmasa bile ebedi kurtuluşun kazanılacağı iddiasıyla modern Mürcie’ye can suyu vermenin çabasında tüketti ömrünü.. Kimimiz vahyin inişinden, Resulullah’ın vefatından sonra başlayıp günümüze gelen süreçte üretilmiş görüşlerin, kıyasların, fetvaların, içtihatların, yorumların, örf ve adetlerin, kültür ve medeniyetin mutlak doğru, makbûl, sahih İslam olduğu kültüne sıkı sıkıya sarıldı... Yine kendi Kitabımızda defalarca uyarılmamıza rağmen önceki ümmetleri adım adım, karış karış takip ettik; onlar peygamberlerine, âlimlerine ve abidlerine ne yapmışlarsa aynısını yapmayı marifet bildik. Ya Peygamberimizi asker arkadaşımız gibi “Muhammed” diye anmakta, sıradanlaştırmakta bir beis, görmedik ya da hiçbir sahih veya zayıf hadis kitabında yer almamasına, hatta uydurma hadislerin cem edildiği mevzuat kitaplarında mevzu olduğu tescil edilmiş olan “levlake anlayışına teslim olup bütün kâinatın halk edilmesini O’nun vücuduna bağlayarak haddimizi aştık...

Kim bilir belki de Allah’ın razı olduğu bir hayat nefislerimize zor geldiği için kalbimiz dünyaya meyletti; sevdik burayı, hiç ayrılmayacağız sandık, türlü meşgaleler Allah’ın sağlam ipi Kur’an -ı Kerim’den uzak düşürdü bizi. Gücümüzü, şuurumuzu, kimliğimizi, kişiliğimizi davamızı, rotamızı, üstünlüğümüzü, izzetimizi kaybettik. Allah bize açlık ,korku, zillet ve hakirlik elbisesini giydirdi kendi ellerimizle kazandıklarımız yüzünden .. Ehl-i Kitap, hangi konularda, hani davranışları yapmamaları yönünde uyarılmışsa hepsini yapma hususunda öyle merhaleler kat ettik ki elimize su dahi dökemez hale getirdik onları.

Hakikaten son iki yüzyıldır yaşadığımız bozgunlar dinimize olan güvenimizi(iman) de –toplumsal planda- yitirmemize neden oldu .Adımız ve coğrafyamızın adı Müslüman adı olarak kaldı fakat İslam namına ne varsa tevarüs ettiğimiz ,uyduruk Batı medeniyet(sizliğ)inin tahripkar ,yıkıcı gücü karşısında sarsıldı, sarsıldı ve nihayetinde yerle yeksan oldu.. Batı karşısında toptan beyaz teslim bayrağını çektik ve “aşağılık maymunlar” gibi taklitçilik hastalığına müptela olduk iki asırdır...Zaten bin senedir içtihat kapısını da kendi üstümüze kapattığımız için dünyada ne olup bitiyor pek haberdar değildik...İçtihat kapısı sizin babanızın evinin kapısı mı ki kapatıyorsunuz diye içeri girmeye çalışanlar da -nasipsizliğimizden olacak- ne kapı bıraktılar ne de evin içinde bir değer (kaynaklardan şüphe etme)..

Nuh (as) 'a Şeriat olarak ne vahyettiyse Cenabı Hakk, Hz. Muhammed (as)'e de aynısını vahyetmiştir. Binaenaleyh; İslam 'ın esaslarında, ahkâmında ve 'fıtratı’ında, hikmetinde, adaletinde, evrenselliğinde herhangi bir değişiklik ihtiyacı yoktur. Makasıd-ı Şeria’nın tekrardan dikkate alınıp (Kuran ve Sünnet merkezli )yeni bir anlayışla Kuran’ın hayata dönüşmesine muhtacız.

Bilhassa örf yoluyla dine ve kültüre bulaşmış muvakkat beğeniler, kabuller ile bugün Müslümanların benimsediği çağdaş fasid örflerin de acilen dinin asıl menbaı olan Kur’an-ı Kerim ve peygamber efendimizin sünneti mihengine vurulması zarureti vardır.

Hayatımızın vahiyle kopan bağını tekrar sımsıkı bağlamak, kaybettiğimiz her şeyi yeniden kazanmanın kapısını da açacaktır inşallah. Yeter ki bu yönde halisane bir irade beyanı sayılacak bir yola girip sağlam adımlarla yürüyelim.