İSLAM HAYATIN KENDİSİDİR

İlk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’(as) den son peygamber Hz. Muhammed(as)’e kadar insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için birçok uyarıcı(nezir) geldi geçti. Hepsinin ortak mesajı “yaratılış gayenizi unutmayın, birbirinize zulmetmeyin “oldu. Gelen her uyarıcı ile beraber ona inananlar ve karşı çıkanlar arasında bir mücadele vuku buldu. Bu, bir bakıma statükocular(muharrifler) ile yenilikçilerin (mücedditler) mücadelesi olarak da kabul edilebilir.

Bütün insanlık tarihi içinde en büyük sıkıntıya uğrayan kişiler olarak peygamberleri görürüz. Her nebi farklı bir amaç için değil aynı gayeyi gerçekleştirmek üzere gönderilmiştir. Her ne kadar nizam bakımından bazı farklılıklar bulunsa da dava mevzu hep aynıdır: Yoldan çıkmış bulunan insanlık rotasını doğru yola tekrar girdirmek.

O kutlu insanların getirdiği değerler manzumesi şöyle bir gözden geçirilirse dünyadaki mevcut ahlaki ilkelerin temelinde bu ilkelerin olduğu görülür. Kur’an, ortak insanlık değerlerine atıf yapar ve onları maruf diye tesmiye eder. Semavi olan ahlaki kurallar bütününde -kurallar bağlamında- asra göre değişiklikler olmakla beraber ahlaki ilkelerde hiçbir zaman tağyir ve tebdil olmamıştır. Mesela hırsızlık her zaman haram kılındı, insan öldürmek her peygamberin mesajında birincil günahlardan biri olarak yer aldı. Allah’a şirk koşmak asla affedilmeyecek günahlardan biri olarak var olageldi. Bunun karşısında fakirlere yardım etmek, anne babaya iyi davranmak ,yolda kalmışa yol göstermek, haksızlıklar karşısında susmamak, yetimlere merhamet kanadını germek, yapılan iyiliği başa kakmamak.. risalet vazifesi nihayet bulan elçilerin mirası olarak devam eden ameli salihanın içinde mütalaa edilebilir.

Binaenaleyh hangi kuralı alırsak alalım, hangi ahlaki öğreti olursa olsun dini bir geçmişe müsteniddir. Bu kesin. Bugünün sahtekârlık kokan, nümayişlerle icra edilen yardım kampanyaları ile bir yetimin başını içten gelen bir okşamanın verdiği mutluluk karşılaştırabilir mi?
Nasıl bir ferasettir ki ihtiyaç sahibini simasından tanır; onların arzuhal etmesine fırsat bırakmaz. Nasıl bir inanç sistemidir ki görüntüye değil kalbe bakar, amellere bakar; takvası en fazla olan kişiyi en muhterem ve değerli şahıs olarak ilan eder.

Efendimiz(sav) “hangi İslam daha hayırlıdır “diye soran sahabeye: “Yemek yedirmen ve tanığın tanımadığın (bütün insanlara) kişilere selam /esenlik / barış/ güvenlik vermendir.” Şeklinde karşılık vermişti. Neden? Çünkü Müslüman, rahmet duygularını yeşertmeye çalışan kişidir yeryüzünde. Öyle olmalıdır. Yoksa beşeriyete kim örneklik yapabilir bu hususta?

Tarih, İslam’ın değerler sistemini özümsemiş fertlerin hayatından mükemmel örnekler kaydetmiştir: İşte bunlardan biri: Halktan bir şahıs valilerden birini Halife’ye şikâyet eder. Derhal valiyi yanına gelmesi için çağırır Hz Ömer. Amr b. As, halifenin yanına geldiği zaman, batılı toplumların hürriyet konusunda ancak 20.yüzyılda bir değer olarak resmen kabul ettikleri bir hakikati işitir:
_ Ya Amr! Analarının hür olarak doğurduğu kişileri ne zamandan beri köleleştirmek istiyorsun?

İnsan hakları üzerinde kafa yoranlar bu noktayı iyi fehmetmelidirler: İnsanlar analarından özgür olarak doğarlar. Allah’ın kullarından kimse onları köleleştiremez; duygularına, düşüncelerine pranga vuramaz. Sadece biz değil elinde gücü bulunduran dünyanın hâkimleri de buna samimiyetle sarılsınlar. Sarılsınlar ki refahları için akıttıkları masum insan kanı sona ersin.

Fıtratında var olan güzellikleri, temiz ilhamı kaybetmiş, fücur/günah peşinde mutlu, insanlık özelliklerinin birçoğunu yitirmiş, hayatı sadece daha çok kazanmak ve daha çok tüketmek olarak yaşayan, yaşadığı toplumda ne olup bittiğinden bihaber gafiller, insanlıktan, hak ve hukuktan sadece kendine pay çıkaran modern demokrat şahsiyetler, tek gayeleri kazanmak, daha çok kazanmak ve harcamak olan hedonizm dininin müntesipleri; Mekke Müşriklerinden bir grup deistin felsefelerine sıkı sıkıya bağlanmışlar, kulakları sağır, gözleri kör adeta…

Bundan daha tabii ne var ki? Siz kalbinizi size bunca nimet bahşedene karşı kapatacaksınız, dünyanızı ve ukbanızı aydınlatacak ilahi fermana kulağınızı tıkayacaksınız, sizi, hiç bir şey değilken halk eden Rabbinize karşı âşık atmaya kalkacak –haşa-O’nu göklere mahkûm etmeye kalkacaksınız. Hem de “Ey Müminler Allah’a, Resulüne ve O’na indirdiği kitaba(Kur’an’ı Kerim) iman edin…” emri ilahisi varken..

İslam, batıl ideolojilerin, felsefi akımların savurduğu insanlığın önünde- hala- kutsala doğru yolculuk yapmak isteyenlere, kurtuluşun başka bir yolunun da olduğunu işaret etmektedir. Ki o yol, gök oluğunun altına samimiyetle başı uzatmakla başlar.

Hâsılı kelam: İslam, ağızlarda gevelenen bir laf kalabalığından ibaret olmasa gerek. Aziz milletimiz, asırlarca neyin peşinde koştu? Neyin mücadelesini verdi?
Herhalde kuru bir cihangirlik davası değil!