Güz ayı Kırşehir’de kutlamaların ayıydı.
Ahi dedik, meydanlara pilav yedik.
Neşet dedik, birkaç türkü dinledik, sonra sustuk.
Yunus dedik, cüppe giyip baston taşıyıp poz verdik.
Ya Sonrası?
Ama gerçekten kutladık mı, yoksa sadece oynadık mı?
Bu toprakların üç büyük değeri…
Ahi Evran, bir ilim ve ahlak, yaşam önderi.
Neşet Ertaş, halkın içinden çıkıp bozkırın sesini dünyaya duyuran bir ozan.
Yunus Emre, yüzyılları aşan bir gönül ve irfan eri.
Hepsini andık.
Ama anmakla yetindik.
Yaşatmak, anlamak, miraslarını gelecek kuşaklara taşımak konusunda hâlâ eksiğiz.
Bazılarına göre Ahi Haftası, görkemli geçti.
Bakanlar geldi, protokol yerini aldı,
Oda başkanları Ahi cübbeleriyle süslendi,
“Yılın Ahisi” seçildi.
Çiçekler verildi, fotoğraflar çekildi.
Pilav kazanları kaynadı.
Tüm ritüeller tamamlandı.
Ama o ruh?
O ahlaki miras?
Ne kadar yer buldu kendine bu kutlamalarda?
Peki ya Neşet Ertaş?
Adına kurulan stantta, kendi adını taşıyan haftada gölge gibi kaldı.
Neşet’in sesiyle büyüyen, onun izinden giden Abdallar, sahne yer bulamadı.
Sazlar suskun, türküler yetersizdi.
Kutlama denilen şey, onun için birkaç sembolik etkinlikle sınırlı kaldı.
Memleketinde, kendi adına düzenlenen haftada bile ikinci plandaydı Neşet ozan.
Yunus Emre’ye gelince…
Adı söylendi, evet.
Ama ruhu geçmedi.
Yunus Tepesi'nde protokol yelek giydi, baston taşıdı, pozlar verildi.
Ama herkes unuttu:
Yunus, cüppeden, bastondan ibaret değildir.
Yunus olmak, gönülde olur.
Yaşamda olur.
Çakma kılık, kıyafetle değil.
Sözde değil, özde olur.
Kutladık mı gerçekten?
Yoksa sadece birkaç günlüğüne vitrin mi süsledik?
Eylül, Kırşehir için etkinliklerle doldu taştı.
Ama içi ne kadar doluydu, işte orası tartışılır.
Neşet’i anladık mı?
Ahi Evran’ın ahlakını yaşamını içselleştirdik mi?
Yunus’un irfanını gündelik hayatımıza taşıdık mı?
Sözde çok şey söyledik.
Ama özde eksiktik.
Kutlamayı becerdik.
Ama yaşatmayı beceremedik.
Sorunun tam da özü burada yatıyor: “Anmakla yetinmeye devam mı edeceğiz, yoksa yaşatmaya cesaret mi edeceğiz?”