Hangi kitabı ikinci, üçüncü kez okursunuz? Ya anlayamadığınız, kavrayamadığınız, altyapınızın, bilgi birikiminizin, hayat tecrübenizin yetmediği durumlarda (benim örneğim Dosteyevski’nin Suç ve Ceza’sı) yada çok beğenip sevdiğiniz, sizde güzel anılar ve düşünceler bırakmış bir yazın eseri ile eski bir dostla buluşup maziyi anmak, günün güzelliğinin tadını çıkarmak gibi durumlarında… Bir Tek Sen Varsın, benim için ikinci gruba dahil kitaplardan. Hem Tasavvufi bir anlatıyı anımsamak hem de edebi hazlar yaşamak için bir kez daha daldım sayfalarına. İtiraf edeyim sizlere tanıtmak ve istifadenize sunmak arzusu da bu okumaya vesile oldu.
Sedar Özkan İşletme ve Psikoloji eğitimleri almış, Din Psikolojisi yada Tasavvuf Psikolojisi alanlarında romanlar yazan bir yazarımız. Ben 2003’te bütün dünyada beğeni kazanan Kayıp Gül isimli eseri ile tanıdım kendisini ve tüm kitaplarını okudum. Rahmetli babam da benim gibi çok severdi anlatılarını. Her yeni kitabını çıktığı gün alır, hemen okur ve üzerinde konuşurduk gülümseyerek… Ne iyi yaparmışız… Bu kitap ise babamın vefat ettiği Ağustos 2020’den sonra Kasım 2020’de yayınlandı. Benden sonra babamın okuyamadığı ilk kitabı Özkan’ın…
Bir şeyh arama yolculuğu anlatılıyor kitapta, hem de farklı kimselerin arayışı… Aradan çok zaman geçse de bu arayışlar kesişiyor ve özel güzellikler yaşanıyor eser içinde. Kitap sonradan Müslüman olmuş bir Fransız vatandaşı olan, emekli sanat tarihçisi Philippe Durand ağzından anlatılıyor. Marsilya’da yaşıyor ve yaşı epey ileri. Burada devam ettiği bir mescitte pek de sosyalleşmeden ibadetlerini yerine getirirken küçük bir kaza sonucu cemaatten Tunus’lu Ahmet Safi ile tanışır ve dost olurlar. Bu dostluk yıllar sürer. Birlikte din üzerine ve tasavvuf üzerine düşünür, konuşurlar. Safi kütüphanesinden bir kitap verir Durand’a. Yaklaşık elli yıl önce, dinsiz bir doktorun bir tekke şeyhi ile tanışmasını ve aralarında geçenleri anlattığı bir günlüktür bu kitap. Bundan sonraki anlatım; bir Durand’ın bu kitabı okuması ve Safi ile birlikte kendilerine bir şeyh aramaları bir de Dr M.C. kısaltımı ile kitapta yer alan anlatılar ile devam eder. Yıllarca bir şeyh aramış, oniki ayrı şeyhe müritlik etmiş olan doğuştan Müslüman Safi, sonradan Müslüman olmuş Durand, gerçek bir şeyh ile tanışıp onu tanımış olan dinsiz Dr M.C. açılarından tasavvuf, nefis terbiyesi, ilahi aşk vb. konularında izlenim, tespit, yaşanmışlıklar, düşünceler vb. ile karşılaşırız. Durand ve Safi yıllar süren arayış, gezi, ziyaretlerden sonra Rumi’nin akımından gerçek bir şeyhe ulaşamamanın getirdiği moral bozukluğu ile bu çabalarından vazgeçmek, son gerçek şeyhi elli yıllık bir farkla görmek, dolayısı ile bu şeyhin yardımı ile Allah’a daha çok yakınlaşma ve O’nu daha çok sevme imkanını yaşayamadıkları için üzülüp olayları böyle kabul etmek durumuna gelirler… Fakat hiç beklenmedik bir gelişme bu durumu değiştirecektir…
Biliyorsunuz ben kitap okurken cetvel yardımı ile önemli bulduğum satırların altını çiziyorum. İkinci kez okuduğum bu kitapta da çok miktarda altı çizili bölüm vardı. Tabii ki okurken oralara daha çok dikkat ettim. Fakat inanın bir sürü yeni satırın altını daha çizdim. Şimdi elimdeki nüsha epeyce çizik içeriyor. Tasavvuf ve uygulamaları ve anlamı ve hissedilenler üzerine ne zaman okusam aynı fikir ve duyguları yaşıyorum. Özellikle Özkan’ın duru anlatımı ile bu hazlar daha da üst düzeylere çıkıyor.
Kitabın ilk bölümünden bir alıntı;
“İnsanın, hayatının sonlarına yaklaştığında kalbinin mutmain bir halde olması ne güzel bir duygu. Yaşadığınız hayatla, iç halinizle, yaptıklarınızla ve yapamadıklarınızla, tatmin olmuş olarak bu hayattan ayrılmak ne hoş. Hayatımın büyük bir bölümünde, kalbimin bir köşesinde hep bu korku vardı. Hayatımın sonlarına yaklaştığımda, geride bıraktığım hayatla barışık olmamanın korkusu. Çünkü bu, hiç de göz ardı edilecek bir olasılık değildir. Yıllar geçtikçe, acılaşabilirsiniz. Hayatı, dünyayı artık muhteşem görmeyi bırakmış olabilirsiniz. Hayatın istediğiniz doğrultuda gitmemiş olması, dilediklerinizi yapamamış olmanız, sizi hayata, kendinize, hatta Allah’a kırgın yapabilir. Ve hayat, kimin istediği doğrultuda gider ki? Kim hayatta bütün dilediklerini –yada çoğunu- gerçekleştirebilir ki? İnsanlar genelde hayatlarının son dönemlerinin nasıl geçeceğini düşünmezler. Düşünenler ise, bu dünyadaki işlerini tamamladıktan sonra bu dünyadan ayrılmayı isterler. Ama kim bu dünyada işlerini tamamlayabilmiştir ki? (…) İşte böyledir, bu dünyadan işlerimizi tamamlayıp, meselelerimizi hallettikten sonra gideceğimiz düşüncesine kapılırız. Onun için zordur bu, bu dünyadan tatmin olmuş bir kalple ayrılabilmek. Geriye bakmadan, hatta ileriye bakarak. Ölümü yüzünüzde bir gülümsemeyle karşılayabilmek. Böyle insanlar tanıdım ben. Ölümünü bir düğün günü olarak gören Rumi’ler tanıdım. Bir değil, iki değil, birçok. Ve onlardan böyle ölebilmenin sırrını öğrendim. İşte size kendi hikayemi anlatarak, bu sırrı paylaşmak istiyorum sizinle. Ama sakın bu sırrın ölmeyi bilmek üzerine bir sır olduğunu düşünmeyin. Tam tersine, bu sır, yaşamayı bilmek üzerine bir sır. Çünkü tanıdığım o Rumi’ler bana şu gerçeği öğrettiler: Hakkıyla ölebilmek için, hakkıyla yaşamak lazım.”
Bir alıntı da Durand’ın ölmeden önce herkese hitaben yazdığı son mektubundan;
“Düşüncelerimiz bumerangdır, duygularımız, davranışlarımız, karakterimiz, bencilliğimiz, sevgimiz, hepsi bumerangdır. Bilirsiniz, bir bumerangın en temel özelliği attığınızda size geri dönmesidir. İşte benim hayat serüvenim, bana şu gerçeği gösterdi: Karşınızdaki insana ne atıyorsanız attığınız şey sonunda size geri dönüyor. Onlara bencillik fırlatıyorsanız fırlattığınız bencillik sonunda geri dönüp sizi vuruyor. Sevgi fırlatıyorsanız o sevgi sonunda dönüp dolaşıp sizi buluyor.”
Daha çok fazla alıntı yapıp sizlerle paylaşmak istediğim ifade var bu kitapta. Fakat onları sizin keşfetmenizi, keşfinizle mutluluklar yaşamanızı, üzerinde derin derin düşünmeler yapmanızı ve daha da geniş kavramalar yaşamanızı dileyerek yazımı tamamlamak istiyorum. Babamın son nefesini verirken gülümsediğimi söylesem ne düşünürdünüz?